İBN-İ HALDUN: HAYATI VE DÜŞÜNCE YAPISI ÜZERİNE İNCELEME

GİRİŞ

14. yüzyılda yaşayan ve soylu bir aileden gelen İbn-i Haldun, küçüklüğünden beri hem ailesinden hem de hocalarından oldukça iyi öğrenim görmüştür. Günümüzde de önemli bir tarihçi ve sosyolog olarak anılmakta, bıraktığı eserlerden yararlanılmaktadır. Ele aldığı konuları incelerken kendine özgü yöntem ve ilim kullanması onun en önemli özelliklerinden birisidir. Büyük eseri Kitabu’l İber’e giriş olarak yazdığı eseri Mukaddime ile üne kavuşan İbn-i Haldun’un sosyoloji alanına kazandırdığı çok sayıda önemli kavram vardır. İnsanları belirli tiplere, toplumu kategorilere, iklimleri de bölgelere ayıran İbn-i Haldun, detaylı tasvirlerde bulunmuştur. Ayrıca insanların karakterinde, yaşadıkları yerin etkisi olduğunu söylemiş ve “coğrafya kaderdir” sözü ile sıkça anılmıştır. Bu çalışmada, İbn-i Haldun’un hayatı ve onunla birlikte anılan kavramlar niteliksel yöntemle doküman inceleme/içerik analizi, literatür taraması, metin analizi ve betimleyici-yorumlayıcı analiz yöntemiyle incelenmiş, açıklanmıştır.

Hayatı:

İbn-i Haldun, Hadaramut’tan Endülüs’e hicret etmiş bir aileye mensuptur. Bu aile, uzun süre İspanya’da kalmış, hicri yedinci asrın içinde Tunus’a yerleşmiş ve İbn-i Haldun da 27 Mayıs 1332 yılında Tunus’ta doğmuştur. Tam adı Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadrami’dir (Abdurrahman İbn-i-Haldun). Gerçek adı Abdurrahman ve babasının ismi Muhammed olmasına karşılık kendisi dedesinin ismi olan “Haldun” ile üne kavuşmuştur. Ben-i Haldun ailesinin birkaç kuşak boyunca Endülüs’ün Carmona ve Sevilla bölgelerinde yaşadığı bilinmektedir. Haldun ailesi, soylu bir aile olmasına rağmen İbn-i Haldun’a kadar aileden kimse şöhret sahibi olamamış ve kalıcı eser bırakamamıştır.

Soylu bir ailenin evladı olan İbn-i Haldun, ilköğreniminden sonra aydın bir kişi olan babasının desteği ile seçkin hocalardan hadis, tefsir, fıkıh, mantık, akait, matematik, felsefe,  tabiat bilimleri, şiir, dil bilimleri, edebiyat gibi dini ve din dışı alanlarda oldukça iyi bir öğrenim görmüştür. Küçük yaşlarda Kur’an-ı Kerim’i ezberleyen İbn-i Haldun’un hem akli hem de nakli ilimlerde geniş bilgi sahibi olduğu bilinmektedir. Kendi ifadesiyle: “Bütün felsefi ve riyazî ilimleri ikmal ettim ve o kadar terakki ettim ki hocam Ebu Abdullah beni takdir etti (Ülken & Fındıkoğlu, 1940, s. 8: akt. Belge, 2016, s. 15).” 1348’de çıkan veba salgınında hocalarından çoğu ve annesi, babası hayatını kaybeden İbn-i Haldun’un, bu hastalıktan sonra ilim hayatına son verip siyasete atıldığı bilinmektedir. Böylece büyük veba hastalığının İbn-i Haldun için bir dönüm noktası olduğu söylenebilmektedir. Ancak 20 yaşına gelmeden Tunus hükümdarı Ebu İshak İbrahim’in başkâtibi olan  (1350) İbn-i Haldun’un genç yaşta böyle bir göreve atılması, onun ilim öğrenme arzusunu azaltmamış aksine daha da arttırmıştır.

İbn-i Haldun’un Tunus’ta Bulunan Heykeli https://www.tripadvisor.fr/Attractions-g293758-Activities-zft11292-Tunis_Tunis_Governorate.html adresinden yararlanılmıştır.

Hükümdarın savaşta öldürülmesi üzerine yeni yönetime uyum sağlayamayan İbn-i Haldun daha sonra Merini sultanı Ebu İnan’ın daveti üzerine 1354 yılında Fas’a gitmiş, 1355 yılında sarayda mühürdarlık ve kâtiplik görevine başlamıştır (Uludağ, 1999, s. 538-539: akt. Belge, 2016, s. 15). İbn-i Haldun, sonraki yıllarda çıkan ayaklanmalardan dolayı Gırnata’ya giderek bir süre sultanın hizmetinde bulunmuştur ve kendisine diplomatik işlerde yardımcı olmuştur. 1364 yılına kadar Endülüs’te kalan İbn-i Haldun, sultan ve vezir ile arasının açılmasının üzerine Gırnata’dan ayrılmaya karar vermiş ve Bicaye’ye gelmiştir. Burada Bicaye emiri Ebu Abdullah Muhammed Hafsi’nin yanında haciplik görevine başlamıştır. İbn-i Haldun, siyasi işlerin yanında ders vermeye ve hatiplik yapmaya da başlamıştır (İbn-i Haldun, 2011, s. 76-77: Uludağ, 1999. s.539: akt. Belge, 2016, s. 15).

1366 yılında Konstantin sultanı Ebu Abbas’ın yanında çalışan İbn-i Haldun, Sultan’ın yakalanma kararı üzerine Biskra’ya gitmiştir. 1370 yılına kadar kabileler arasında kalan İbn-i Haldun, bu süre zarfında kabileleri yakından tanıma fırsatı bulmuştur (İbn-i Haldun, 2011, s. 267-268: akt. Belge, 2016, s. 16). Kabileler üzerinde etkili olmaya başlayan İbn-i Haldun’un, kabileleri sosyolojik ve beşeri coğrafya açısından gözlemleme imkânı bulması, Mukaddime’yi coğrafi yönden zenginleştirmesine olanak sağlamıştır.

Daha sonra Fas’a doğru yola çıkan İbn-i Haldun, burada da bilimsel çalışmalara devam etmiş ve ders vermiştir. Siyasi meselelerden zihnen yorulması sebebiyle kargaşadan sıyrılarak inziva hayatını tercih etmiştir. Devlet memurluğunu ve siyaseti bırakan İbn-i Haldun, kendini ilme vermiş ve ömrünün dört yılını Selame Oğulları Kalesi ismiyle meşhur olan şehirde geçirmiştir. Burada, dünya tarihini konu alan Kitabu’l İber adlı eserini yazmaya başlamıştır. 1377 yılının Temmuz ve Kasım ayları arasında bu kitaba bir giriş mahiyetinde olan ünlü eseri Mukaddime’yi yazarak Tunus Sultanı Ebu Abbas’a sunmuştur. Eser, içerik bakımından zengin olması ve birçok dile tercüme edilmesi sebebiyle diğer eserlerinden daha çok ilgi çekmiştir.  

Tunus’ta genel itibariyle sakin bir hayat yaşayan İbn-i Haldun, tekrar siyasi olayların içine çekilmek istenmesi üzerine 1382 yılında, hac vazifesini de yerine getirmek için Tunus’u terk etmiş, Mısır’ın İskenderiye şehrine doğru yola çıkmıştır. Yaşadığı aktif siyasi ve bilimsel hayattan dolayı Mısır’da da tanınmış birisidir. Kahire Ezher Camisi ve el-Medreset’u Kamhıyye’de müderrislik yapmaya başlamış ve kısa sürede de ders halkasını genişletmiştir (İbn-i Haldun, 2011, s. 43, 154: akt. Belge, 2016, s. 17). Timur’un doğuya doğru ilerlemesinin İslam dünyasında büyük değişimlere yol açtığı bir zamanda İbn-i Haldun’un Şam’da Timur’la görüştüğü bilinmektedir. Ayrıca İbn-i Haldun Mısır’da dini ve siyasi birçok başarıya sahip olmuştur. Kahire’de 1401 ve 1406 yılları arasında dört defa kadılık makamına getirilen İbn-i Haldun, bu göreve devam ederken 17 Mart 1406 tarihinde vefat etmiştir. Naaşı, Babünnars karşısında Sofiye Kabristanı’na defnedilmiştir (Uludağ, 1999, s. 541: akt. Belge, 2016, s. 18).

İbn-i Haldun, yaşadığı sancılı dönemdeki toplumsal koşullardan etkilenmiş ve hanedanlıkları, en güçlü dönemlerinden en “hasta” hallerine kadar gözlemleme imkânı bulmuştur. Merkezi örgütlenmenin güçlü olduğu imparatorlukların aksine istikrarsızlığın ve hanedanlıklar arasındaki güç mücadelesinin yoğun olarak yaşandığı bir döneme şahitlik eden İbn-i Haldun; tecrübeleri, üstün gözlem yeteneği ve tarih bilgisiyle toplum, şehir, devlet ve kır hayatı üzerine yüzyıllar sonra bile güncelliğini koruyacak çözümlemelerde bulunmuştur. Siyasi hayattan bulduğu boş vakitlere çok değer veren İbn-i Haldun, boş zamanlarında yeni yeni bilgiler edinmekteydi.

İbn-i Haldun sanat, siyaset, insanın evrimi, devletin zorunluluğu, iklimlerin insan üzerindeki etkisi gibi birçok konu üzerinde derinlemesine tahlillerde bulunmuştur. Bununla birlikte ele aldığı konu ve problemlere, kendine özgü bir yöntem ve ilimle yaklaştığını dile getirmesi, onu orijinal kılan başka bir özelliğidir.

İslami ilimlerin her alanından, tabii ve sosyal bilimlere kadar, çağına ulaşan her konuda önemli analizlerde bulunan İbn-i Haldun, tarih felsefesi ve iktisat biliminin de kurucusu olarak kabul edilmiştir. Ayrıca insanlık tarihinin ilk toplum bilimcisi ve sosyoloğudur. Böylece toplum biliminin pek çok temel ilkelerini Batılı bilim adamlarından asırlarca önce ortaya koyduğu söylenebilmektedir.

Hayatının ilk yirmi yılını Tunus’ta, sonraki yirmi altı yılını Cezayir, Fas ve Endülüs’te, dört yılını yine Tunus’ta, son yirmi dört yılını da Kahire’de geçiren İbn-i Haldun’un sıkıntılı bazı dönemleri olmasına rağmen genellikle saray ve konaklarda refah içinde, itibarlı bir hayat sürdüğü bilinmektedir. İbn-i Haldun, hayatı boyunca elçilik, kadılık, şeyhlik, müderrislik, vezirlik gibi çeşitli görevlerde bulunmuştur. Aslen Yemen’in Hadramut bölgesinden olduğu için kendisi Mukaddime’de Hadrami nisbesini kullanmıştır. Bununla beraber Tunus’ta doğmuş olması sebebiyle Tunisi, hayatının büyük bir kısmını Kuzey Afrika’da geçirmesi dolayısıyla Mağribi nisbeleriyle de anılmıştır. Hayatı hakkındaki en önemli bilgilere, otobiyografisi Et-Tarif adlı eserinden ulaşılabilmektedir.

Eserleri:

Kitabu’l İber – Tam adı: Araplarla Arap Olmayanların ve Berberilerin Aynı Devirdeki Büyük Kudret Sahiplerinin Muharebelerine Ait Kaynaklar ve Haberleri Toplayan ve Yorumlayan Kitap (Kitâbu’l-İber ve Dîvânu’l-Mubtede’ ve’l-Haber fî Eyyâmi’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men ‘Asarahum min zeviyiyî’s-Sultâni’l-Ekber).

Yedi ciltten oluşan bu eser İbn-i Haldun’un en önemli eseridir. Kitabın adında geçen “İber” sözcüğü “ibret” sözcüğünün çoğuludur. Ortaya koyduğu bu esere objektif, realist ve tecrübeye dayanan bir yaklaşım hâkimdir. El-İber, öncelikle Kuzey Afrika’nın yerli halkı olan Berberilerin tarihi olmak üzere, Nebatiler, Süryaniler, Farslar, Yahudiler, Eski Mısırlılar, Yunanlar, Rumlar, Türkler ve Franklar gibi milletlerin tarihini de kapsamaktadır. Eserde ayrıca peygamberler tarihi, Dört Halife dönemi gibi konulardan bahsedilmekte ve Emeviler, Abbasiler ve diğer İslam hanedanlıklarına yer verilmektedir. Bir dünya tarihi niteliğinde olan eserin giriş kısmında Mukaddime, son kısmında da “Et-Ta’rif bi İbn-i Haldun” adını verdiği otobiyografisi yer almaktadır. El-İber üç bölüme ayrılır:

  • Birinci Bölüm: Ön söz ve girişten oluşan birinci cilttir. İbn-i Haldun bu bölüme Mukaddime adını vermiştir.
  • İkinci Bölüm: 2, 3, 4 ve 5. ciltlerden oluşur. Arap, Fars, Yahudi, Eski Mısır, Türk ve Franklar gibi çeşitli toplumların ve Emevi, Abbasi hanedanlarının tarihi bu bölümde anlatılmaktadır.
  • Üçüncü Bölüm: 6. ve 7. ciltten oluşur. Kuzey Afrika’daki Berberilerle Müslüman hanedanların tarihi anlatılmaktadır.

Mukaddime: İbn-i Haldun’un en çok bilinen eseridir. Kitabu’l-İber’in için bir giriş olarak yazılmıştır ancak Mukaddime sıradan bir girizgâh değildir, İbn-i Haldun’un tüm görüşlerini derli toplu halde dile getirdiği kapsamlı bir eserdir. Bu bölümde tarih ilminde yöntem sorununa değinip İslam tarihçilerinin hatalarını göstererek yöntemlerini eleştirmektedir. Mukaddime, başlı başına bir ilim ve felsefe abidesidir. İbn-i Haldun, Mukaddime’nin ilk halini, 1374 yılında inzivaya çekildiği İbn-i Selame Kalesi’nde, beş ay gibi kısa bir sürede vermiştir. 1377 yılında ise Mukaddime son halini almıştır. Ancak İbn-i Haldun, Mısır’a gittikten sonra Mukaddime’yi tekrar gözden geçirmiş, çeşitli eklemeler ve düzeltmeler yapmıştır.

Mukkaddime’nin Osmanlı Türkçesi Halinden Bir Kesithttps://hamzaciftci.art.blog/2019/06/01/mukaddime/ adresinden yararlanılmıştır.

Toplumsal davranışların üzerinde yaşadığı coğrafi şartlarla ilişkisini, toplumsal yapıları, din ve devlet hayatının sınırlarını, şehir ve köy ilişkisini, iktisadi hayatı, bilgi nazariyesini, ilimlerin tasnifini ve edebiyat meselelerini ayrı ayrı ele almıştır. İbn-i Haldun Türk tarihine de geniş bir bölüm ayırmış, Türklerin dünyadaki milletlerin en büyüğü olduğunu ifade etmiştir.

Toplumların gelişim ve hareket süreçlerine dair değerlendirmeleri içeren Mukaddime, 6 ana bölümden oluşmaktadır.

  • Birinci Bölüm: İklimlerin ve beslenmenin insan tabiatı ve uygarlıklar üzerindeki etkilerinden, bir kısmı hariç tamamen coğrafi bilgilerden bahsedilmektedir. İbn-i Haldun bu bölümde yerküre tasviri yapmış ve yedi iklim bölgesinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmiştir.
  • İkinci Bölüm: Göçebe ve yerleşik kültürlerin karşılaştırılması ve iki kültür arasındaki çatışmaların sosyal sonuçlarından bahsederek asabiyet ve mülk gibi toplumsal kavramlardan söz etmiştir.
  • Üçüncü Bölüm: Devletlerin doğuşundan ve çöküşünden bahsederek saltanat, hilafet ve krallık yapmanın koşulları ve kuralları gibi konuları ele almıştır. Bu bölümde daha çok siyasi meselelerden bahsetmiştir.
  • Dördüncü Bölüm: Köy ve kasaba hayatı ile imar faaliyetleri ve bunun İslam devleti ile ilgisi, özellikle şehir coğrafyası ve şehirleşme, mimari eserler, şehir planlaması ve ekonomisi ile ilgili konuları işlemiştir.
  • Beşinci Bölüm: Dönemin ana meslekleri, geçim araçları, sanat, ticaret, ziraat, tarım ve inşaat gibi ekonomik faaliyetler ve bunlara etki eden sosyal ve siyasal faktörlerden bahsetmiştir. Ayrıca İbn-i Haldun söz konusu meslekleri, şehirleşme kavramı ile analiz ederek coğrafi dağılışları hakkında bilgi de vermiştir.
  • Altıncı Bölüm: Bu bölümde de diğer bölümlerden farklı olarak eğitim ve öğretim, bilimlerin sınıflandırılması, bilimsel faaliyetler, eğitim yöntemleri gibi konulardan bahsetmiştir.

Ayrıca Mukaddime, araştırmacılar tarafından ansiklopedi, tarihi eleştiri denemesi, tarih felsefesi, medeniyet tarihi ve sosyal felsefe kitabı olarak da nitelendirilmiştir. Başta coğrafyacılar olmak üzere sosyal bilimciler için çok önemli bir başucu kaynağıdır.

Lubab’ul-Muhassal Fi Usuli’d-Din: İbn-i Haldun’un 1351 yılında yazdığı ilk kitabıdır. Fahrettin Razi’nin El-Muhassal isimli kitabının özetidir ve 19 yaşında Tunus’ta hocası El Abili’nin denetiminde yazılmıştır. 4 bölümden oluşmaktadır.

Şifau’s-Sail Li-Tehzibi’l-Mesail:  İbn-i Haldun’un tasavvufa dair kitabı olan Şifau’s-Sail’i, 1372-1374 yılları arasında Fas’ta yazmış olduğu kabul edilir. Eserlerinde bu kitap hakkında bir bilginin olmayışı, bu eserin İbn-i Haldun’a ait olup olmadığına dair tartışmalara sebep olmuştur.

Et-Tarif Bi İbn-i Haldun: İbn-i Haldun’un otobiyografi kitabıdır. Bu otobiyografiyi daha sonra Kitabu’l İber adlı eserinin son bölümüne eklemiştir.

Diğer Eserleri:

  • Kaside-i Bürde Şerhi
  • İbn-i Rüşd Felsefesi Hakkında Bir Risale
  • Kitab El-Mantık (Mantığa Dair Bir Risale)
  • Kitab El-Hisab (Hesap Hakkında Bir Risale)
  • Marakeş Sultanına Yazılan Bir Risale
  • Şiire Dair Bir Risale

Yedi İklim Teorisi:

Yeryüzünün ümran/bayındır bölgelerini genel hatlarıyla inceleyen İbn-i Haldun, bu bölgelerde iklimin insan ve ümranın gelişimini etkilediğini öne sürmüştür. Kısaca, kültür ve iklim arasında sağlam bir bağ kurmuştur. İbn-i Haldun, dünyadaki karaların, yerkürenin yarısı kadar veya daha az olduğunu söylemiştir. İbn-i Haldun, aslında iklim derken insanların yaşadığı yerlerin coğrafi konumunu kastetmiştir. Ayrıca İbn-i Haldun, yedi iklim bölgesi başlığı altında yeryüzünün detaylı bir tasvirini yapmış, yerkürenin enlem ve boylam değerlerini hesaplamış, diğer matematik ifadelerinden ve burçlardan söz etmiştir.

İbn-i Haldun, yedi iklim bölgesini, yaşanılan bölgedeki sıcaklık değerlerini esas alarak üç bölgeye ayırmıştır. İlk kategori, birinci ve ikinci iklim bölgeleridir. Bunlar ekvator çizgisinin kuzeyinden itibaren başlamaktadır. İkinci kategori; üçüncü, dördüncü ve beşinci iklim bölgelerini içermektedir. Bunlar ılıman kuşağı oluşturmaktadır. Üçüncü kategori ise altıncı ve yedinci iklim bölgesini kapsar. Kuzey iklim bölgeleri olarak sınıflandırılan bu yerler, aşırı soğukların görüldüğü yerlerdir. Yedi iklim, büyüklük olarak birbirinden farklıdır. Birinci iklim ikincisinden, ikinci iklim ise üçüncüsünden daha uzundur. İçlerinden en kısa olanı yedinci iklimdir. Bu farklılığın sebebi ise dünyanın şeklidir.

İbn-i Haldun,  hava ve iklim şartlarının insanların karakterleri üzerindeki etkisini açıklamıştır. Ona göre, aynı hayvanlar âlemindeki gibi insanlar da bulunduğu iklim veya havanın şartlarından etkilenmektedirler. İbn-i Haldun’a göre insan toplulukları, yaşadıkları çevreye ve şartlara göre şekillenmekte; insan yediği, yaşadığı çevreye göre şekil almaktadır. Ayrıca fiziki çevreye göre insanların bazı kabiliyetleri gelişip bazı kabiliyetleri zayıflamaktadır.

İbn-i Haldun’a göre sevinç ve mutluluğun kaynağı, canlılığın gevşeyip yayılmasıdır (kanın kaynamasıdır). Üzüntünün sebebi ise ısının durumuna göre kasılma ve büzülmedir. Yani İbn-i Haldun, sıcak iklimde yaşayanların daha rahat, zevklerine düşkün insanlar olduklarını dile getirmektedir. Bu açıklamalar çerçevesinde Mısır ve Fas’ı karşılaştıran İbn-i Haldun, Mısır halkının sıcak enlemde yaşadığı için işlerin sonuçlarını pek umursamadıklarını ve rahat olduklarını dile getirmektedir. Bu nedenle onların gıda biriktirme veya tedbir alma huyları yoktur. Bununla beraber Fas halkının, Mısır halkına göre daha hüzünlü olduklarını ve işlerin sonuçlarını düşünüp aşırı tedbir aldıklarını söylemiştir.

İbn-i Haldun’un söylediği varsayılan “coğrafya kaderdir” sözüne, her ne kadar eserlerinin çevirilerinde rastlanılmasa da İbn-i Haldun’un genel anlamda, coğrafyanın insan hayatı üzerinde etkili bir unsur olduğunu ifade ettiği anlaşılmaktadır. Ona göre, çok sıcak ve aşırı derecede soğuk iklimlerde yaşayan insanlar,  her türlü ahlaki ve dini kayıtlardan uzak bir hayat yaşamaktadır. Ayrıca İbn-i Haldun’a göre vücuda alınan gıda ile de insanın fiziki ve zihinsel yapısı arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Dolayısıyla İbn-i Haldun’a göre insanın ahlaki ve psikolojik özellikleri genetik değildir, çevresi ile girdiği etkileşimden kaynaklanmaktadır.

İbn-i Haldun birinci ve ikinci iklim bölgesindeki ümranın diğer iklim bölgelerindeki gibi yoğun olmadığını, daha çok boş arazi, kumlar ve çöller bulunduğunu ve Hint denizinin bu iklimde yer aldığını söyler. Üçüncü ve dördüncü iklimlerde ise haddinden fazla insan yaşar ve bu topraklar, insan yaşamı için çok uygun yerlerdir. İbn-i Haldun’a göre sıcaklığın fazla olmasının canlılara verdiği zarar, soğukluğun fazla olmasının verdiği zarardan daha fazladır. Çünkü aşırı sıcaklık, havada kuruluk yapar ve nemi azaltır. Bu da insan ya da hayvan neslinin çoğalmasına engel olur çünkü neslin çoğalması sadece rutubet sayesinde olmaktadır.

İbn-i Haldun birinci iklim bölgesinde, genel olarak nehirlerden ve çevresinde kurulan milletlerden bahsetmiştir. Toplumların daima bir nehrin, ırmağın, gölün ya da denizin yanında kurulması coğrafyanın insan yaşamına etkisini göstermektedir. Birinci iklim bölgesi, yedi iklim bölgesi içinde en sıcak hava şartlarına sahip olan bölgedir. Bu sıcaklık orta enlemlere doğru azalmaktadır.  Sıcak iklim bölgelerinde millet sayısı azdır ve nüfus miktarı ve yoğunluğu da düşüktür. Burada yaşayan insanlar oldukça ilkel bir yaşam sürmekte; yabani bitki, darı ve katık yiyecekleri ile beslenip ağaç yapraklarından ve derilerden elbise yapmaktadır. Hatta İbn-i Haldun, burada yaşayan insanların çoğunun elbise bile giymediklerinden söz etmiştir. Ticari hayatta altın ve gümüş kullanmayı bilmeyip alışverişlerinde deri, demir veya bakırdan yapılmış aletler gibi eşyaları takas etmektedirler. İbn-i Haldun bu toplumların insani yönünün az gelişmesini, yüksek sıcaklıklara bağlamıştır.

İbn-i Haldun ikinci iklim bölgesinde, ilk olarak kabilelerin bulunduğu bölgeleri anlatmaya başlamıştır. Bu iklim bölgesi, çoğunlukla çöller ve denizlerden oluşmaktadır. Birinci iklim bölgesi kadar sıcak olmasa da yine de sıcaktır. İbn-i Haldun’a göre milletlerin ten renklerinin farklı olması da genetik kalıtımdan dolayı değil coğrafi farklılıktan kaynaklanmaktadır. İbn-i Haldun, birinci ve ikinci iklim bölgelerinde yaşayan insanların ten renklerinin, yüksek sıcaklıktan dolayı koyulaştığını belirtmiştir. Siyahîleşmeye ait bazı rivayetler de vardır. Rivayete göre Hz. Nuh’un, oğlu Ham’a beddua etmesi sonucu oğlunun ten rengi koyulaşmış ve siyahîler de onun soyundan gelmiştir ancak İbn-i Haldun bu rivayetleri kesin sözlerle reddetmektedir. Çünkü Tevrat’ta geçen hikâyede, Hz. Nuh’un oğluna beddua etmesi anlatılmıştır fakat Ham’ın siyahlığı ile ilgili bir ibare bulunmamaktadır. Dolayısıyla İbn-i Haldun’un ten renginin coğrafyaya bağlı değiştiği görüşü, coğrafi deterministler tarafından da desteklenmektedir ve İbn-i Haldun’a göre bu hikâyeye inananlar iklimin canlılar üzerindeki etkisinden ve coğrafyadan habersizdirler.

Üçüncü, dördüncü ve beşinci iklim bölgelerinin ümran bakımından daha elverişli olduğunu belirten İbn-i Haldun, bu kısımda diğer kabilelerden de bahsetmiştir. Bu iklim bölgeleri, çok sıcak olan ikinci iklim bölgesiyle çok soğuk olan altıncı iklim bölgelerinin aralarında yer alıp ılıman hava şartlarına sahiptirler. İbn-i Haldun’a göre ılıman hava şartları beşeri fonksiyonların açığa çıkmasında büyük rol oynamaktadır. Bu iklim bölgelerinde nüfus yoğunluğunun fazla olması sebebiyle kasaba ve şehir sayısı da fazladır. Ilıman iklim bölgelerinde, özellikle dördüncü iklim bölgelerinde yaşayan toplumlar, ılıman hava şartlarından dolayı bedenen ve ruhen insanların en mükemmel olanıdır hatta peygamberler de genellikle bu bölgelerden çıkmıştır. İbn-i Haldun üç, dört ve beşinci iklim bölgelerinde yaşayan insanların “mutedil” yani “ılımlı” olduğunu belirtmiştir. İbn-i Haldun’a göre sıcaklık ve soğukluğun artması insanda kötülük yapma eğilimini de arttırmaktadır.

Altıncı ve yedinci iklim bölgesi ise güneş ışınlarının dar açıyla düşmesi sebebiyle oldukça soğuktur, yedinci iklim bölgesi, altıncı iklim bölgesinden daha soğuktur. İbn-i Haldun’a göre yüksek sıcaklığın insan bedenini, ahlakını ve toplumsal gelişmişliğini olumsuz etkilediği gibi düşük sıcaklık da insanları aynı şekilde etkilemektedir. Burada yaşayan insanların ten renkleri genel olarak beyazdır.

İnsan ve Toplum Anlayışı:

İbn-i Haldun’a göre insan, adetlerinin ürünüdür. İbn-i Haldun, bu konuyla alakalı şu cümleleri aktarmıştır: “İnsan adetlerinin ürünüdür. Tabiatının ve mizacının çocuğu ve mahsulü değildir. Bir kimse, huy, meleke ve adet vaziyetine gelecek derecede birtakım hallerle ünsiyet ederse, artık bu haller o kimsenin tabiatı ve cibilliyeti durumuna gelir” (İbn-i Haldun, 2013, s. 330: akt. Kayapınar, 2006). İbn-i Haldun’un düşüncesindeki insan, ontolojik olarak değerlendirilecek olursa yaşadığı çevreye uyum sağlamaya çalışan, diyalektik olarak değişen, insanlarla ilişki kuran, göç eden, evrim geçiren, toprağa yerleşip şehirler kuran, ticaret yapan kısaca medeniyetler oluşturan bir varlık olarak kabul edilmektedir. 

İbn-i Haldun, insanları belli tiplere göre ayırmıştır. Bunlar: Peygamber, halife, hükümdar, kul, tarihçi, tüccar, öğrenci olarak insan; medeniyetin kurucusu, düşünen bir varlık, tarihsel bir varlık, ahlaki bir varlık, diyalektik bir varlık ve evrim geçiren bir varlık olarak insan şeklinde sıralanabilir.  Ayrıca İbn-i Haldun’a göre insan, doğuştan sosyal bir varlık ve akıl sahibi bir canlıdır.

Peygamber olarak insan, aldığı ilahi öğretileri diğer insanlara aktaran kişidir. İbn-i Haldun’a göre kibirli, katı kalpli, hırslı olan Arapların içinden peygamber çıkmasaydı devlet kurabilmeleri mümkün değildi. Ancak peygamber geldikten sonra kötü huyları değişen Arap toplumunda, din vicdani bir bağımlılık aracı haline gelmiştir. Arapların kabile sisteminden devlete geçişleri de Hz. Muhammed’in liderliği sayesinde olmuştur.

Halife olarak insan, Hz. Muhammed’in ölümü ile ortaya çıkmış, İslam devletinin yönetimine geçmiş kişilerdir ve ilk halife Hz. Ebubekir’dir. İbn-i Haldun imam sözcüğü ile halife sözcüğünü, imamet sözcüğü ile de hilafet sözcüğünün eş anlamlısı olarak kullanmıştır. Ona göre bir topluluğun kendisine, halife/imam tayin etmesi zorunludur. Tek başlarına varlığını sürdüremeyen insanlar toplu olarak yaşamak zorundadırlar. Toplu halde yaşayan insanlar arasındaki çekişme ve çatışmaları engellemek için imam veya halife bulunmazsa bu durum neslin yok olmasına sebebiyet verebilir (İbn-i Haldun, 2009, s. 424: akt. Demircioğlu, 2013). İbn-i Haldun’a göre halife olabilmenin bazı şartları vardır: Halife dini ilimleri iyi düzeyde bilmeli, kanun ve cezaları uygularken yeterli olmalı, fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı olmalı ve hür olmalıdır.

Hükümdar olarak insan, kaynağını dinden veya nübüvvetten almayan devletlerde ortaya çıkan insan türüdür. Hükümdara çok ağır görevler yüklenmiş olması sebebiyle hükümdar başkalarının yardımına ihtiyaç duymaktadır. Hükümdara yardımcı olacak kişilerin hükümdarla kan bağının olması, hükümdarın soyundan kimse yoksa bu kişilerin hükümdarın yakın çevresindeki kişiler olması gerekmektedir. Hükümdar, halka sert davranmamalı ve ticaretle uğraşmamalıdır. Hükümdarın halkına sert davranması devlete, ticaret ile uğraşması da ekonomiye zarar verebilmektedir. İbn-i Haldun’a göre devletin sağlam ve dirayetli bir yapıya sahip olmasının yolu, güçlü bir hükümdardan geçmektedir.

Kul olarak insan en basit tanımıyla, Allah’ın yapılmasını istediği davranışları yapmak ve yapılmasını haram kıldığı davranışlardan uzak durmak şeklinde açıklanabilir. İbn-i Haldun’un çok zor şartlara rağmen hac görevini yerine getirmesi, kulluk bilincinin onun göre ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

İbn-i Haldun’a göre, tarihçi olarak insan gördüğüyle yetinmeyip tarih bilgisinin taşıyıcısı olan kaynakları ve o bilgilerde aktarılan olayların nedenlerini derinlemesine bilmeli, sadece hikâyeci bir üslupla geçmişi anlatmakla yetinmemelidir. 14. yüzyılın ünlü tarihçilerinden olan İbn-i Haldun için tarih ilmi çok önemlidir. Eserleri bugün bile güncelliğini koruyup topluma yön verebilmektedir. İbn-i Haldun’a göre tarih ilmindeki hatalar insan faktöründen kaynaklanmaktadır. Ona göre, yazılan bazı tarihi eserlerdeki yanlışı tespit edebilmek “toplumsal gerçeklik” (ümranın tabiatı) adını verdiği bir ölçütle mümkündür, aktarılan bilgi toplumsal gerçekliğe uymuyorsa o bilgi tekrar gözden geçirilmelidir. Aksi takdirde o bilgiler hatalı olarak kabul edilmektedir.

Tüccar olarak insan, ucuza aldığı malı pahalıya satar ve dolayısıyla kurnaz, işini bilen, çıkarcı ve acımasız olarak görülmektedir. Ancak tüccarların aynı zamanda tehlikelerle dolu olan ticaret yollarında başlarına her türlü olayın gelme ihtimali vardır. Bu yüzden İbn-i Haldun’a göre tüccarların diğer bir özelliği de gözü kara olmaktır.

Öğrenci olarak insan, yeni bilgiler öğrenmek suretiyle kendini sürekli olarak geliştirendir. İbn-i Haldun’a göre konular iyi bir şekilde düzenlenmemişse ve uğraşılan ilim dalı zor konuları içeriyorsa öğrenci bilgiyi öğrenmekte zorlanır, bir süre sonra usanıp ilmi de öğrenimi de bırakır. Öğrencilerin özelliklerini yakından bilen İbn-i Haldun’a göre öğrencilere sert davranıp ceza vermek onlar için zararlıdır. Çünkü ceza vermek ya öğrencinin öğrenme isteğini yok edip onu tembelliğe sürükler ya öğrenciyi yalana sevk eder ya da hile yaparak hocasını aldatmaya başlamasına neden olur.

Medeniyetin kurucusu olarak insan, medeniyetleri kuran çok güçlü bir özne konumundadır ancak aynı zamanda onu tüketmektedir de. İnsan, medeniyetleri hem kuran hem de yıkan bir varlıktır. İbn-i Haldun’a göre tarih, siyaset, ekonomi, din, eğitim gibi unsurlarda asıl etkileyici olan faktör insandır. Ancak insana medeniyetler kurduran ve yıktıran asıl unsur insanın toplumsal bir varlık olmasıdır çünkü toplumun talebi ve ihtiyaçları, insanın talebi ve ihtiyaçlarından farklıdır. İnsan tek başına hayatını devam ettiremeyip toplum şeklinde yaşamak zorundadır. İbn-i Haldun’a göre toplu halde yaşamayı zorunlu kılan üç madde vardır. Bunlar; gıda, güvenlik ve dostluk ihtiyacıdır (ünsiyet). Bu nedenlerle bir araya gelen insan birliğine “içtima” adı verilmektedir. İbn-i Haldun’a göre içtima, ‘medeniyet’ ve ‘ümran’ kavramlarıyla aynı anlama sahiptir. İbn-i Haldun’a göre Allah, insanı evrenin bir prototipi olarak yaratmış ve insanı medeniyetler kurmakla görevlendirmiştir. İbn-i Haldun, medeniyetin en önemli özelliklerinden birisinin yerleşik kent yaşamı olduğunu söylemiştir. Haldun, asabiyet kavramına önem vermiştir. Bedevi yaşamın temel vasıflarından olan asabiyet, şehir yaşamına geçen toplumlarda da görülmektedir. Ancak şehir yaşamındaki asabiyet göçebe yaşamdaki asabiyetten daha zayıftır. Çünkü göçebe toplumlar aynı soydan geldikleri için, kendi aralarında daha kuvvetli bir asabiyet ilişkisi geliştirmektedirler.

Düşünen bir varlık olarak insan kategorisinde, İbn-i Haldun’a göre Allah, insanı hayvanlardan ayırabilmek için ona fikir vermiştir. Doğayı yeniden biçimlendirmenin ilk adımı düşünmektir. İnsan, ancak bu şekilde doğadan fayda sağlar ve geçimini devam ettirir. Aynı zamanda insan, fikri sayesinde diğer insanlarla iletişim kurmayı da başarabilmektedir. Ayrıca İbn-i Haldun’a göre düşünce, bilginin üreticisidir.

Tarihsel bir varlık olarak insan incelenirken insanın tarih içerisinde ürettiği şiir, sanat, toplum ve yasalarla birlikte anlam kazanabildiği görülmektedir. İnsanın bu yönleri dikkate alınmadan yapılan incelemeler insanı doğru olarak yansıtamamaktadır.

Ahlaki bir varlık olarak insan, medeniyetin gelişmesi ile paralel olarak ilerlemektedir. İbn-i Haldun’a göre bireylerin manevi alanda gelişmesi, maddi alandaki gelişimi beraberinde getirmektedir ve insanların ahlaki değerlere olan bağlılığının artması milletin ve devletin ilerlemesi açısından fayda sağlamaktadır. Gurur ve makam hırsı, iyi bir insan olabilmenin önünde engel teşkil etmektedir.

Diyalektik bir varlık olarak insanda İbn-i Haldun çatışmayı doğal bir güdü olarak görmüş ve hem insanlar hem de kabileler arasında sürekli çatışma olduğunu ifade etmiştir.

İbn-i Haldun, evrim geçiren bir varlık olarak insanı açıklarken tüm evrenin evrimsel bir değişme ve dönüşmeye tabi olduğunu ifade etmiştir. İbn-i Haldun’a göre insanın gözlemlediği varlık âlemi topraktan suya, sudan havaya, havadan ateşe dönüşecek şekilde aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya doğru birbirlerine dönüşebilmektedirler.

Ayrıca İbn-i Haldun’a göre üç tür insan doğası vardır. İlki “fıtrat” olarak insan doğası, insanın yaratılırken kendisine verilen orijinal ve saf insan doğasıdır. İkincisi “düalistik” olarak adlandırılan insan doğasıdır ve bu da Kur’an ve hadisten hareket ederek belirlenen bir insan doğası olmuştur. Son olarak ise “saldırgan” insan doğasıdır ki bu tipte insanlarda, olumsuz dış şartların getirdiği hayvani nitelikler baskın olmaktadır. İbn-i Haldun insanın iyi veya kötü huylu olmasının bulunduğu ortama göre belirlendiğini düşünmüştür. Yani insan doğasına yön veren asıl unsur yaşadığı şartlardır.

Toplum Anlayışı:

İbn-i Haldun’a göre toplumsal meseleler tesadüfü veya bireysel irade sonucu yönlenmezler, ona göre toplumsal gelişme kendine özgü birtakım kanunlarla değişim göstermektedir. Bireylerin tek başlarına yaşamaları mümkün olmayıp hem yaşamlarını devam ettirebilmek için hem de devlet kurabilmeleri için toplum halinde yaşamaları zorunlu bir durumdur.

Toplumsal hayatın somut olarak ilk belirtileri göçebe ve yarı göçebe şekilde yaşayan insan topluluklarında görülmektedir. Yaşam koşullarının değişmesiyle birlikte insanların ihtiyaçlarının çeşitliliği ve geçim yollarının çeşitlenmesi ile insanların ihtiyaçlarını karşılamak için karşılıklı bağımlılıkları artmış, iş bölümü ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan toplumsal hayatın devamı için ise asabiyet ve otoritenin varlığı olmak üzere iki temel şarta ihtiyaç vardır. Toplumlar en temelde bedevi ve hadarî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Bedevi Toplumlar/Hadarî Toplumlar:

Bedevilik: “Bedeviler” kelimesi kırda veya arazide ikamet etmekte olup çadır hayatı yaşan göçebe, konargöçer insanlar için kullanılmaktadır. Aynı zamanda bedevilik, ilk olma ve ortaya çıkma anlamına da gelmektedir. Bedevi kabileler geçimlerini genellikle hayvancılık yaparak sağlamaktadırlar. Çiftçilik yapan bazı bedeviler ise köylerde yaşamaktadır. İbn-i Haldun, ünlü eseri Mukaddime’de bedeviler için “sabırlı, cömert, fedakâr…” gibi özelliklerden bahsederken hadarîler için ise “bencil, korkak, cimri…” gibi özelliklerden bahsetmiştir. İbn-i Haldun, yaptığı gözlem neticesinde, toplumsal şartların zorunlu kıldığı farklı yaşam biçimlerinden dolayı özellikle ahlaki bakımdan bedevi toplumların hadarî toplumlardan daha üstün olduğu sonucuna varmıştır (İbn-i Haldun, 2013, s. 326-329: akt. Ateş & Utkan, 2017). Bedevi toplum tarzında belli bir uzmanlaşma bulunmamaktadır. Bedevi toplumun idare şekline riyaset denmektedir ve bu idarenin başında mülkü ve devlet teşkilatı bulunmayan reis yer almaktadır. Reisin belli bir yaptırım gücü yoktur ama bedeviler onu yol gösteren bir büyük olarak görmekte, saygı duymaktadırlar. Reisleri adildir. Bu toplumlarda kan bağına dayanan kabile örgütlenmesi mevcut olduğu için asabiyetleri oldukça güçlüdür.

Bedeviler, sadece barınma ihtiyacını gidermek veya gölgelenmek için hayvan kılı, taş veya toprak gibi malzemelerden basit meskenler yapmakta, hatta bazen mağara veya taş oyuklarında yaşamaktadırlar. Bedevilerin süslü ev inşa etme gibi bir istekleri yoktur. Yiyeceklerin üzerinde de çok az işlem yapmaktadırlar. Bedevilerin üretimleri kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığı zamanlarda çevrelerindeki hadarîlerle mal değişimi yapmaktadırlar. Ayrıca, bedevilerin yaşadığı alanların birbirine bitişik veya çok yakın olması sebebiyle bedevilikte mahremiyet, mekân tarafından kısıtlanmaktadır.

Hadarîlik: Göçebe olmayan, şehirde oturan, yerleşik hayat anlamına gelmektedir. İbn-i Haldun’un toplum teorisini oluştururken hadaret kelimesinin aynı zamanda kültür ve medeniyet anlamında da kullanıldığı bilinmektedir. Hadarî toplumların bedevi toplumlardan farkı, zorunlu olanla yetinmek yerine daha fazlasına sahip olmak için uğraşmalarıdır. Genelde ticaretle uğraşan hadarî toplumun bedevilerin ürettikleri hammaddeleri işlemelerinden dolayı bedeviler iktisadi olarak hadarîlere bağlı kalmaktadırlar. Hadarî toplumlardaki idare şekline mülk denilmektedir ve bu toplumun başında bulunan hükümdarın belli bir mülkü ve devlet teşkilatı bulunmaktadır. Hükümdarların net yaptırımları ve bu yaptırımlara uyulmadığı zaman uyguladığı belli bir ceza sistemi vardır. Ayrıca hadarîler barınma alanlarının süslü olmasını isterler ve ona göre inşa ederler. Onlar için lüks bir yaşam çok önemlidir, bedevilerin aksine evlerindeki konfora önem verirler.

Hadarî toplum yapısına geçişle birlikte ihtiyaçların artması işbölümü oluşumunu, işbölümü de belli bir süre sonra uzmanlaşmayı beraberinde getirmektedir. İbn-i Haldun, şehirlerde yaşayan insanların ihtiyaçlarının farklı ve fazla olması sebebiyle şehirde yaşamanın bedevi yaşam tarzına göre daha zor olduğunu düşünmüştür.

İbn-i Haldun’un toplum teorisinde, var olan ilk toplum tipi bedevi toplumdur; hadarî toplum daha sonradan zorunlu olarak ortaya çıksa da kökü bedevi topluma dayanmaktadır. Bedevilikten hadarîliğe geçiş bir tür “kentsel devrim” olarak da bilinebilmektedir. İbn-i Haldun’a göre, ifade ettiği üç tür insan doğasından ilk ikisi bedevi toplumlarda, üçüncüsü ise hadarî toplumlarda gözlemlenmektedir. Bu açıdan düşünüldüğü zaman hadarî toplumların, insanın doğasındaki hayvani kapasiteyi açığa çıkaran bir ortamı teşkil ettiği anlaşılabilmektedir. Çünkü bedevi toplumlarda görülen kan bağı ve dayanışma bilinci, bireyselleşmenin ve bencilliğin doğmasının önüne geçmektedir. Zenginlik, makam hırsı veya maddi konfor kaynaklı problemler yaşanmadığı için bedevi toplumun doğasını tahrip edecek veya onları ahlaki yozlaşmaya sürükleyecek neredeyse hiçbir faktör bulunmamaktadır. İbn-i Haldun’a göre bedevi toplumların idaresi, güven ve huzur veren, hadarî toplumların idaresi ise halkın metanetini yok eden bir idare olarak görülmektedir. Sonuçta İbn-i Haldun’a göre kaçınılmaz bir durum olan toplumsal gelişme yani hadarîliğe geçiş, insanda zevk, saldırganlık, rekabet, bencillik gibi kötü huyları açığa çıkarmasına karşın toplumsal meselelere kayıtsızlık ve ahlaki yozlaşmanın da kaynağı durumundadır. İbn-i Haldun’un düşüncesine göre bedeviyet hali hadariliğe göre daha çok güven ve huzur doludur. Bu toplumların her ne kadar bilim, sanat veya felsefe gibi medeniyet ürünleri olmasa da dini hakikatlerle ve insani erdemlerle yaşamaya daha yatkın olduğu anlaşılmaktadır.

Asabiyet:

Asabiyet, İbn-i Haldun’un düşünce sisteminde çok önemli bir yere sahiptir. En basit şekliyle grup duygusu, grup dayanışması olarak tanımlanabilen asabiyet, insanın sahip olduğu iyi yönü de kötü yönü de içinde bulundurmaktadır. Asabiyet duygusunun kaynağını oluşturan fikir, ideal, inanç sistemi (sebep asabiyeti) veya bir kabileye aidiyet hissiyle bağlanma ve o kabileye veya toplulukla yapılacak saldırıya şiddetle karşı koyma tavrı (nesep asabiyeti), bir yönüyle o kabile ve topluluğun kendi içindeki birlik ve iç dayanışmasını güçlendirirken; diğer yönüyle de, fertlerin hayvani tabiatlarında mevcut bulunan saldırgan eğilimlerin dışarıya, dış düşmanlara yönelmesini sağlamaktadır (Kozak, 1999, s. 156-157). Aynı zamanda İbn-i Haldun asabiyeti, saldırıları kovmak, düşman saldırısından korunmak, birlikte harekete geçmek olarak tanımlamıştır. Asabiyetin İbn-i Haldun için ifade ettiği anlam, en basit şekliyle “birlik ruhuna dayalı kuvvet”tir. Kongar’ın (1981, s. 70-71: akt. Uslu, 2018) ifadesiyle de asabiyet hem dayanışmayı hem de güç sahibi olmayı içerir.

Cemiyetler, asabiyet sayesinde devlet haline gelebilmektedirler. Asabiyet, devlet kurulduktan sonra da önemini yitirmediği gibi devletin sürekliliği de asabiyete bağlı durumdadır. İbn-i Haldun’a göre devletin kurulabilmesi için ihtiyaç duyulan maddi ve manevi güç asabiyetin kendisidir. Güçlü bir asabiyete sahip topluluklarda dayanışma ve bağlılık duyguları da güçlü olduğu için bu toplumlarda mutlak siyasi iktidara gerek duyulmamaktadır. Farklı güçlerde asabiyetler bulunmaktadır ancak daha zayıf olan asabiyet daha güçlü olan asabiyete boyun eğmek zorunda olduğu için bu asabiyetlerin kaynaşarak tek bir asabiyet gibi hareket ettikleri görülmektedir. Bu açıdan bakıldığı zaman da asabiyetin kolektif bir davranış biçimi olduğu ve asabiyetin hem amacının hem de sonucunun devlet kurmak olduğunu söylemek mümkündür.

İbn-i Haldun’a göre asabiyet, kan bağı ile oluşmaktadır. Ancak bu, asabiyetin oluşması için tek koşul değildir. Mukaddime’de dile getirmiş olduğu “aynı nesil ve nesepten gelmeyen cemiyetler, nesep bağlarından çok zayıf olsa dahi, nesepten gelen kardeşlik yerini tutacak diğer bağlarla birbirine bağlanmak isterler.” (İbn Haldun, 1989, s. 311: akt. Soylu, 2007, s. 44-45) ifadesinden de anlaşılmaktadır. Bu durumda İbn-i Haldun’a göre asabiyet ikiye ayrılmaktadır. Birincisi kan bağına dayanan “nesep asabiyeti” ikincisi de kan bağı olmayan “sebep asabiyeti”dir. Nesep asabiyeti, kan bağı kaynaklı olduğu için doğuştan kazanılmaktadır ve dolayısıyla daha çok bedevi toplumlarda görülür. Nesep asabiyetinde güçlü bir akrabalık ve dayanışma söz konusudur. Sebep asabiyetinde ise soydaş, kandaş olma şartı yoktur. Sonradan kazanılır ve iradeye dayalıdır. İbn-i Haldun’a göre, şehir hayatında insanların tanışıp kaynaşmaları, şehirde evlilikler vasıtası ile meydana gelen akrabalık ve yakınlık, şehir yönetiminde söz sahibi olmak için oluşturulmuş olan taraftarlık temelli örgütlemelerden oluşan asabiyetler olmak üzere üç tür sebep asabiyeti bulunmaktadır.

İbn-i Haldun’a göre iktidar ise insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya çıkmıştır ve en temelde bu ihtiyaç insanların birbirine saldırmasının önlemesidir. İbn-i Haldun bu siyasi iktidarı “hükm” diye adlandırmış, hem ilkel kabilelerde (kabile şefi) hem de devlette var olduğunu belirmiştir. Bu otorite bağı başlangıçta asabiyetle ortaya çıkmıştır ancak zamanla devlet iktidarına dönüşmüştür.

Kelime anlamı olarak ümran; nüfus, imar, medenileşme, bir yerde yaşamak gibi anlamlara gelmekle beraber İbn-i Haldun’a göre ümran, insanların cemiyetler halinde yaşayarak dünyayı imar ve yaşayışları için gerekli geçinme araçları ve aletleri elde etmeleridir. Sadece şehir merkezlerindeki toplumlar için kullanılmayan ümran, hem bedeviyeti hem de hadarîyeti içinde almaktadır.

Devlet:

Devlet ve uygarlığı net bir şekilde birbirinden ayıran ilk düşünür olan İbn-i Haldun’a göre devlet insanların varlığından ayrı bir gerçekliğe, kutsallığa sahip değildir çünkü o devletin insanların bilinçleri sayesinde yaratıldığı yapay bir kurum olduğunu ifade etmektedir ve sade hayat sona erdiği zaman devlet çağı başlamaktadır.

İbn-i Haldun, kentleşmeyi devletin kuruluşu ile ortaya çıkan bir olgu olarak görmektedir. Kentleşmenin oluşması için ekonomik ve siyasal olmak üzere iki temel koşula ihtiyaç vardır. Ekonomik koşul, şehirler inşa etmek için gerekli olan artı ürün, maddi kaynaklardır. Siyasal koşul da şehir inşa etmek için ortaya çıkan büyük yatırımların organize edilmesidir ve bunu da ancak devlet başarabilir.

Hadarî topluma geçişle birlikte asabiyet bağları azalmaktadır ki bu da toplumun barış içinde yaşayabilmesi için tek bir kişinin iktidarını zorunlu kılmaktadır.

İbn-i Haldun, devleti “insanların gibi devletlerin de ömürleri vardır” şeklinde nitelendirip organizmaya benzettiği için bazı sosyologlar tarafından organizmacı olarak görülmüştür. İbn-i Haldun, devletlerin kuruluş, yükselme ve çöküşünde etkili olan kesin kuralların olduğu görüşündedir. İbn-i Haldun’a göre devleti ayakta tutan iki faktör vardır, bunların biri maddi biri manevidir. Manevi faktör asabiyet, maddi faktör de iktisattır yani toplumsal birlik ve para olarak nitelendirilebilir.

Tavırlar Teorisi:

Tavırlar teorisi, diğer adıyla Etvar Nazariyesi, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde ortaya koyduğu siyasal çevrenin temelini oluşturmaktadır. İbn-i Haldun’a göre bu teori, devletin kuruluşundan çöküşüne kadar olan kısımları içermektedir ve bu da siyasal, sosyal ve ekonomik değişmeleri içeren beş kısımdan oluşmaktadır.

Zafer ve amaca erişme aşaması olan birinci tavır güçlü asabiyete sahip olan kabilelerin devlet topraklarına el koyarak vergi sisteminde, gerekli kaynaklar ve sosyal düzendeki değişiklik yapmasıyla başlamaktadır. Bu aşamada hükümdar halkı ile tek bir vücut gibidir, karşılıklı sevgi ve saygı vardır.

İkinci tavır, egemenliğin veya siyasi iktidarın kişileştiği aşamadır. Bu aşamada toplumda yöneten ve yönetilen kesim arasındaki farklılaşma belirgin bir hal alamaya başlamıştır. Hükümdarın, halkı ile arasındaki ilişkinin daha resmi olmaya başladığı görülmektedir. Halkın, hükümdar tarafından gelen bu olumsuz davranışlar karşısında hükümdara olan sevgisi yavaş yavaş azalmaya başlamaktadır. İbn-i Haldun’un bu aşama ile ilgili  “Devlet başkanı, bu devirde köleler edinmeye ve ihsaniyle adamlar besleyerek onları kendisine yardımcı yapmaya önem verir, onların sayılarını çoğaltır. Bundan maksadı, devleti kendisiyle paylaşan ve devlette hükümdarın kendi hissesi nispetinde payları bulunan mensup olduğu uruğ ve boyları fakir düşürmektir” (İbn-i Haldun, 2013, s. 445: akt. Şahin & Belge, 2016) şeklinde açıklaması bulunmaktadır.

Üçüncü tavır, kurulan sosyal ve siyasal sistemin faydalarının görüldüğü aşama olarak nitelendirilebilir. Toplum fazla miktarda artı ürün elde etmeye başlamış ancak lüks ve konfor içinde yaşamaya alışan insanlar arasındaki asabiyet zayıflamıştır. Bu dönemde rüşvet gibi olaylara rastlanılmaz, işini hakkıyla başarılı bir şekilde yerine getirenlerin hükümdar tarafından çeşitli şekillerde ödüllendirildiği görülmektedir. Hükümdar bu aşamada halkını tamamen hiçe saymaktadır, sadece ordusuna güvenip onlara önem vermektedir. Devletin siyasal ve iktidar olarak en parlak dönemini yaşadığı bu aşamadan sonra dördüncü tavır yani barış ve kanaatle yaşama aşaması gelmektedir. Bu dönem, mevcut durumla yetinilen bir duraklama çağı olarak nitelendirilebilir. Diğer devletler karşısında güçsüz olduğunu anlayan hükümdar, onlarla “saldırmazlık anlaşmaları” yapmaya başlar.

Beşinci tavır ise ekonomik ve siyasal çöküş aşamasıdır. Bu dönem devletin son aşamasıdır. Önceden elde edilmiş servetleri harcamakla meşgul olan hükümdar, yönetime kendisine hoş görünmeye çalışan insanları aldığından dolayı iktidarın gerçek kontrolünü kaybetmektedir. Devletin yaptığı harcamaların artışı, halktan alınan ağır vergilerle telafi edilmeye çalışılmaktadır. Bu durum da asabiyetini yitiren halkın isyan etmesine, ahlaki çöküşlere ve ekonomik bunalımlara neden olmaktadır. Devletin ahlaki bakımdan bunalıma girmesi halkta hırsızlık, kumarbazlık, yalan gibi davranışların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

İbn-i Haldun’a göre, oluşan ekonomik çöküş devletin aynı zamanda güvenlik ve savunma alanlarında da bir çöküş yaşamasına zemin hazırlamaktadır. Devletin ekonomik yetersizliği, iç ve dış güvenlikten sorumlu silahlı kuvvetlerin parasının ödenememesine sebep olmakta ve bu yüzden de devlet, asker sayısını sürekli azaltmaya mecbur kalmaktadır. Komşu devletler, askeri gücü zayıflayan bu devlete karşı saldırıya geçmekte, aynı zamanda devletin egemenliğindeki insanlar da isyan etmektedir. Yani devlet içeriden sürekli baskıya maruz kalırken dışarıdan da başka devletlerin onu ele geçirmek istemesi, bu çöküş sürecini hızlandırmaktadır.

Devletin içine girdiği bu çöküş süreci geciktirilebilir ama çöküşü tam olarak durdurmak mümkün değildir. Çöküş sürecine giren devlet bir süre sonra yıkılmaya mahkûmdur. İbn-i Haldun (2005, s. 558: akt. Soylu, 2007, s. 77), devletin son dönemlerinde onun ihtiyarlık döneminden kurtulduğu hissini verecek bir güçlenme olduğundan bahsetmiş, bu durumu da bitmekte olan bir fitilin tamamen tükenip sönmeden önce son kez parlayıp tutuşmasına benzetmiştir.

Devletlerin ömrünün insanların ömründen daha uzun olamayacağı görüşünde olan İbn-i Haldun’a göre devlet ömrü genellikle üç batın müddetini geçmeyecektir ki bu da 120 yıla denk gelmektedir.

Sosyolojisi ve Yöntemi:

İbn-i Haldun, birçok alanda inceleme ve araştırma yapan bir düşünürdür ancak günümüzde daha çok sosyoloji ve tarih felsefesi hakkındaki düşünceleri ile anılmaktadır. “Ümran ilmi” adı altında yeni bir disiplin kuran İbn-i Haldun’un kaleme aldığı ünlü eseri Mukaddime, sosyoloji üzerine olan en önemli çalışması olarak bilinmektedir. Ümran ilminin konusunu insanın toplumsal yapısı ve toplumsal olaylar, kurumlar gibi konular oluşturmaktadır. Toplumsal konuları ele alırken kullandığı objektif yöntem ile çağından çok ileride bir düşünür olduğu anlaşılmaktadır. Tarih incelemesi yapılırken kullanılması gereken tekniklerin olduğu gibi toplumun yükselip bozulmasında da kurallar olduğunu savunmuş ve bunları anlamaya çalışmıştır.

Husri, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini sosyolojik düşünceye göre altı bölüme ayırmıştır. Husri’ye göre birinci bölüm insan topluluklarının incelendiği genel bir sosyoloji denemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci bölümde göçebe hayatın sosyo-ekonomik yapısından bahseden göçebe hayat sosyolojisi, üçüncü bölümde devlet iktidarı ve doğası hakkında yazılan siyaset sosyolojisi denemesi yer almaktadır. Dördüncü bölümde bedevilikten hadarîliğe geçişi ve sonuçlarını anlatan yerleşik hayat sosyolojisi, beşinci bölümde emek, artı değer, üretim gibi önemli kavramların açıklandığı iktisat sosyolojisi, altıncı bölümde ise ahlak, eğitim-öğretim konularının işlendiği bilgi veya ahlak sosyolojisi olarak nitelendirilen konuları ele almıştır (Sati el-Husri, 1991, s. 225-226: akt. Fidan, 2019).

İbn-i Haldun, toplum ve siyasal iktidarı yani devleti birbirinden ayırmaktadır. İbn-i Haldun’a göre toplum insanlar için ekonomik ve sosyal bir gerekliliktir yani insanlar, toplumu önce ekonomik sonra da güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için kurmuşlardır. İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde de bu konuyla ilgili olarak “insanların her biri kendisini koruyabilmek için, kendi cinsinden olan başkalarından yardım istemeye muhtaçtır.” (İbn-i Haldun, 2013, s. 98-101) demiştir.

İbn-i Haldun çalışmalarında determinist bir yöntem izlemiştir. Bu düşünce sisteminde her olay nedenini de içinde taşımaktadır.  İbn-i Haldun’a göre tarih rastlantısal değildir, düzenli olaylardan meydana gelmektedir. “Olayların tabiatları vardır.” diyen İbn-i Haldun, toplumsal değişmenin yasal bir seyir izlediğini ifade etmektedir. “Suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve hale benzer.” (İbn-i Haldun, 2005, s. 166: akt. Soylu, 2007, s. 21) ifadesinde bulunan İbn-i Haldun’a göre geçmiş ve günümüzdeki sosyal ortamlarda hâkim olan toplumsal kurallar ve kanunlar aynıdır.

İbn-i Haldun toplumsal olayları incelerken ilk başta olayın nedenine inme çabası göstermektedir. Fındıklıoğlu’na göre İbn-i Haldun’da sert ve katı bir determinizm, hatta lüzumundan fazla bir realizm vardır (1947, s. 99: akt. Şahin & Belge, 2016). Ülken ise İbn-i Haldun’un ortaya koyduğu toplumsal teoride uyguladığı yöntemi; coğrafi, iktisadi, demografik, antropolojik ve psikolojik faktörlerin birleştirildiği bir faktörler teorisi olarak görmekte ve onun çok yönlü determinizmini “eklektik bir sosyolojik determinizm” olarak nitelemektedir (1983, s. 253: akt. Soylu, 2007, s. 24).

İbn-i Haldun çalışmalarında determinist bir yöntem izlerken aynı zamanda, insan aklının yetersiz olduğunu vurgulayarak vardığı genellemeleri ayetlerle de desteklemektedir. Bazı düşünürler, İbn-i Haldun’u farklı kılan, onun büyük bir düşünür olmasını sağlayan özelliğinin düşünce sistemi ile dinin paralel olarak ilerlemesi olduğunu belirtmişlerdir.

SONUÇ

Çocukluğundan ölümüne kadar sürekli eğitimin, bilimin içinde olan İbn-i Haldun’un farklı yerlerde farklı mesleklerde çalışması,  tarih ve sosyoloji alanında daha fazla gözlem yapmasına olanak sağlamıştır. Hayatında birçok dönüm noktası yaşamasına rağmen ilim öğrenmekten vazgeçmemiş, hayatının her döneminde bir yandan kendini geliştirmeye devam ederken bir yandan da birçok kişiye eğitim vermiş, ilham kaynağı olmuştur. Farklı yerlerde, farklı kabileler ile birlikte yaşaması onun sosyolojik incelemelerine kaynak sağlamıştır. Yaşadığı toplumsal olaylardan etkilenen İbn-i Haldun, devletleri de en güçlü dönemlerinden en zayıf dönemlerine kadar gözlemleme imkânı elde etmiştir.

Toplumsal davranışları, toplumsal yapıları detaylı bir şekilde inceleyip açıklayan İbn-i Haldun, insanın doğasına yön veren asıl unsurun yaşadığı şartlar olduğunu öne sürmüş ve fıtrat, düalistik, saldırgan olmak üzere üç tip insan doğası olduğunu belirtmiştir. Ayrıca İbn-i Haldun farklı iklim koşullarında yaşayan insanların farklı karakterlere sahip olduğunu belirtmiş ve bunu da yedi iklim teorisi ile açıklamıştır. İbn-i Haldun’a göre iklim, insanların yaşadığı yerlerin coğrafi konumu anlamına gelmektedir. İklim bölgelerini ayırırken bölgedeki sıcaklık değerlerini esas almış, dünyanın şekli ve sıcaklık dağılımı arasında ilişki olduğunu ifade etmiştir. İbn-i Haldun aşırı sıcaklık veya soğukluk artışının insanlarda kötülük yapma eğilimini artırdığını ifade etmiştir.

Bunun dışında, bahsettiği bedevi ve hadarî toplumlardaki asabiyet ilişkisinden de anlıyoruz ki yaşamını sürdürebilmek için bir topluluğa ihtiyaç duyan insan, kan bağı olan kişilerle güçlü bir asabiyet bağına sahiptir. Cemiyetler de asabiyet sayesinde devlet haline gelebilmiş ancak bu asabiyet bir devletin sonsuza kadar yaşaması için yeterli olamamıştır. Çünkü her devletin geçtiği bazı aşamalar vardır ki zayıflayan devletler de yok olmaya mahkûmdur. Devlet ve uygarlığı net bir şekilde birbirinden ayıran İbn-i Haldun, iktidarın insan ihtiyaçlarının karşılanması için ortaya çıkan bir kurum olduğunu ifade etmiştir.

Eserlerinde birçok milletin ve hanedanın tarihi hakkında bilgi vermiş, insan tipleri, toplum tipleri ve daha pek çok şey ile ilgili önemli analizler yapmıştır. Kullandığı yöntemle, incelediği konularla ve sahip olduğu bilgi birikimiyle önemli sosyologlara ilham kaynağı olan İbn-i Haldun’un açıklamaları, bugün bile geçerliliğini korumaktadır.

KAYNAKÇA

Ateş, F., & Utkan, T. (2017). İbn-i Haldun’a Göre Toplum ve Şehir. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10(53), 216-229.

Belge, R. (2016). Bir Beşeri Coğrafyacı Olarak İbn-i Haldun. İstanbul: T.C. Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Coğrafya Anabilim Dalı.

Demircioğlu, A. (2013). 2013. İbn-i Haldun’un Düşüncesi ve Medeniyet Algısı. Ankara: Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Felsefe Grubu Eğitim Bilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

Kayapınar, A. (2006). İbn-i Haldun’un Asabiyet Kavramı: Siyaset Teorisinde Yeni Bir Açılım. İslam Araştırmaları Dergisi,(15), 83-114.

Kozak, İ. E. (1999). İNSAN-TOPLUM-İKTİSAT İbn Haldun’dan Yola Çıkılarak Çok Yönlü Bir Tahlil Denemesi (2. b.). Adapazarı: Değişim Yayınları.

Soylu, M. (2007). İbn-i Haldun’da Sosyolojik Düşünce. Ankara: Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Felsefe Grubu Öğretmenliği Anabilim Dalı, Ankara, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

Şahin, C., & Belge, R. (2016). İbn Haldun’da Coğrafi Determinzm. Akademik Bakış Dergisi(57), 440-459.

Uslu, B. (2018). Kur’an’da Kolektif Bilinç ve Mü’min Kardeşliği. Journal of Analytic Divinity, 2(1), 181-206.

Bir Cevap Yazın